Yemenli mutasavvıf Hettâr Cenedî

Het­târ Ce­ne­dî, Ye­men’de ye­ti­şen ta­sav­vuf âlim­le­rin­den­dir. Asıl adı Îsâ bin İk­bâl’dir. Ve­fâ­tı­na ka­dar öğ­ren­di­ği ilim­le­ri, is­tek­li olan­la­ra öğ­ret­ti. 606 (m. 1209) yı­lın­da Ce­ned şeh­rin­de ve­fât edip ora­ya def­ne­dil­di... Bu mü­ba­rek za­tın çok ke­râ­me­ti gö­rül­dü. Ali Fe­tâ an­la­tır:

TÖV­BE EDİP DU­ASI­NI AL­DI
“Ebü’l-Gays bin Ce­mîl, Zü­beyd’de ho­ca­sı Ali bin Ef­lâh’ın ya­nın­dan ay­rı­lıp, Îsâ bin İk­bâl Het­târ’ın hu­zû­ru­na var­dı. Da­ha ön­ce bir­bir­le­ri­ni hiç gör­me­miş­ler­di. Gayb gö­züy­le Ebü’l-Gays’ın ne ni­yet­le gel­di­ği­ni keş­fe­dip; “İki şey­he bir­den bağ­la­nı­lır mı, yâ Ebü’l-Gays?” di­ye hi­tâb et­ti. O da; “Ha­yır, efen­dim” de­yip, ge­ri dön­dü.”
Ah­med bin Ca’d an­la­tır: “Bir gün zi­yâ­ret mak­sa­dıy­la Ce­ned şeh­ri­ne gi­dip Îsâ bin İk­bâl Her­rât’ı gör­düm. Üze­rin­de çok pa­ha­lı bir el­bi­se var­dı. “Böy­le bü­yük bir zât, dün­yâ ma­lı­na ehem­mi­yet ver­me­me­si ge­re­kir­ken, her­ke­sin im­ren­di­ği kıy­met­li el­bi­se­ler gi­yip do­la­şı­yor” di­ye kal­bim­den geç­ti. Het­târ haz­ret­le­ri be­nim bu hâ­li­mi keş­fe­dip an­la­dı ve; “Ey oğ­lum! Be­nim bu el­bi­se­yi giy­me­min se­be­bi, Al­la­hü te­âlâ­nın ver­di­ği­ne râ­zı ol­mam­dır. Çün­kü biz, Al­la­hü teâ­lâ ne ve­rir­se, onu gi­yi­ni­riz” de­di. Ben de he­men töv­be edip du­âsı­nı al­dım.”
Zü­bey­dî, ese­rin­de an­la­tır:
Îsâ bin İk­bâl Het­târ, ve­fât et­me­den ön­ce ta­le­be­si ve ha­lî­fe­si olan oğ­lu Ebû Bekr’e na­si­hat­ler­de bu­lu­nup, ve­fâ­tın­dan son­ra has­ta­lık­lı bir kim­se­nin ken­di­si­ni zi­yâ­ret için ge­le­ce­ği­ni, ona iz­zet ve ik­râm­da bu­lu­nup, se­lâ­mı­nı söy­le­me­si­ni, has­ta­lı­ğı­nı te­dâ­vi edip, ilim­de ye­tiş­tir­dik­ten son­ra gel­di­ği ye­re gön­der­me­si­ni va­siy­yet et­ti...

DAĞ BAŞ­LA­RIN­DA DO­LAŞ­TI!..
Bu­yur­du­ğu gi­bi, ve­fâ­tın­dan son­ra, Ebû Mu­ham­med Mes’ûd bin Ab­dul­lah Ha­be­şî adın­da bir kim­se Ter­biy­ye kö­yü­ne gel­di. O, Kı­zıl­de­niz ke­na­rın­da Ri­ma va­di­si ya­nın­da bu­lu­nan Arab ka­bi­le­le­rin­den bi­rin­de ço­ban­lık ya­par­dı. Cüz­zâm has­ta­lı­ğı­na ya­ka­la­nın­ca, ço­ban­lık­tan ay­rıl­dı. Ay­lar­ca dağ baş­la­rın­da do­laş­tı. Has­ta­lı­ğı­nın en şid­det­li ol­du­ğu bir za­man­da, Îsâ bin Het­târ’ı zi­yâ­ret için gel­di. Fa­kat o ve­fât et­miş­ti. Oğ­lu Ebû Bekr onu kar­şı­la­dı. Ba­ba­sı­nın va­siy­ye­ti­ni ve se­lâ­mı­nı söy­le­di. Gün­ler­ce onu mi­sâ­fir edip, has­ta­lı­ğı­nı te­dâ­vi et­ti...
Ab­dul­lah Ha­be­şî, ilim ve ibâ­det­le meş­gûl ol­du. Gü­nü ge­lin­ce, gel­di­ği ye­re ge­ri dön­dü. Ora­da bir der­gâh yap­tı­rıp in­san­la­ra ders ve­rip, ilim öğ­ret­ti. Bir­çok kim­se onun gü­zel hâl­le­ri­ni gö­rüp, töv­be ede­rek sâ­lih­ler­den ol­du. Ve­fât edin­ce de, yap­tır­dı­ğı der­gâ­ha def­ne­dil­di...

Toplam Görüntülenme: 1517

Yayın tarihi: Pazartesi, 22 Aralık 2008

Bunları okudunuz mu?