Bu sayfayı yazdır

Ba­da­na­cı velî Ah­med bin A­li

Ah­med bin Ali el-Ale­sî, Bağ­dad’da ye­ti­şen ev­li­yâ­dan­dır. Ka­dı Ebû Ya’lâ’dan fıkh ve ha­dîs ilim­le­ri­ni oku­du. 503 (m. 1109) se­ne­sin­de ve­fât et­ti...
Bu mü­ba­rek za­tın mes­le­ği sı­va­cı­lık ve ba­da­na­cı­lık idi. Ön­ce­le­ri bu iş­le meş­gul olup, ge­çi­mi­ni sağ­lar­dı...

CÖ­MERT­Lİ­Ğİ İLE TA­NI­NIR­DI...
Bir gün, san’at­kâr­lar ile sul­tâ­nın sa­ra­yı­nı ba­da­na için git­ti­ler. Oda­nın bi­rin­de al­çı­dan ya­pıl­mış bü­yük bir tab­lo var­dı. Sı­va ve ba­da­na için et­ra­fı bo­şal­tı­lın­ca, tab­lo bir­den düş­tü ve par­ça­lan­dı. Et­raf­ta­ki­ler bu­na çok üzül­dü­ler. Bu hâ­di­se sul­ta­nın ku­la­ğı­na ka­dar ulaş­tı. Ora­da­ki­ler sul­tâ­na; “Efen­dim! Bu tab­lo­nun kı­rıl­ma­sı­na se­bep olan zât, dî­ni­ne çok bağ­lı bir kim­se­dir” de­di­ler. Bu­nun üze­ri­ne sul­tan, onu üze­cek bir ha­re­ket­te bu­lun­ma­dı. Fa­kat Ah­med bin Ali haz­ret­le­ri, bu hâ­di­se­den son­ra sı­va­cı­lı­ğı ve ba­da­na­cı­lı­ğı bı­rak­tı. Ken­di­ni ta­ma­men ibâ­de­te ver­di. Mes­cid­de Kur’ân-ı ke­rîm okur, na­maz kı­lar­dı. Çok oruç tu­tar­dı. Ka­nâ­at sa­hi­bi bir kim­se olup, ken­di­si için hiç kim­se­den bir şey is­te­mez­di. Ba­ba­sın­dan mî­râs ka­lan mal­la­rı­nı azar azar sa­tar, onun­la ge­çi­mi­ni sağ­lar­dı. İh­ti­yâ­cı olan­la­ra der­hal yar­dım eder, sı­kın­tı­la­rı­nı gi­de­rir­di. Her­ke­se ik­ram­lar­da bu­lu­nur, cö­mert­li­ği ile ta­nı­nır­dı. Her ge­ce Dic­le Neh­ri­ne gi­der, bir tes­ti su alıp onun­la if­tar eder­di.
Ah­med bin Ali haz­ret­le­ri­nin çok ke­ra­met­le­ri gö­rül­dü. Boy­nu ve diz­le­ri çok ağ­rı­yan bir ço­cuk var­dı. An­ne­si ve ba­ba­sı, has­ta­lık­tan ço­cu­ğa bir za­rar ge­le­cek di­ye çok kork­tu­lar. Ço­cu­ğu Ah­med bin Ali haz­ret­le­ri­ne ge­tir­di­ler. O da, du­â et­ti. Ço­cuk bir­den iyi­leş­ti, sıh­hat bul­du.

“YA RAB­Bİ! BU­RA­SI, BU­RA­SI!”
Hac va­zi­fe­si­ni yap­mak için git­ti­ğin­de, Mek­ke’de­ki Es­hâb-ı ki­râ­mın (aley­hi­mür­rıd­vân) Ta­bi­înin, ev­li­yâ­nın ve âlim­le­rin ka­bir­le­ri­ni zi­ya­ret et­ti. Fu­dayl bin Iyâd haz­ret­le­ri­nin kab­ri­nin ba­şı­na gel­di­ğin­de, ya­nı­na âsâ­sı ile bir çiz­gi çe­kip, “Yâ Rab­bî! Bu­ra­sı, bu­ra­sı!” de­di. Bu söz­den hiç kim­se bir şey an­la­ma­dı. 503 (m. 1109) se­ne­sin­de tek­rar hac­ca git­mek için yo­la çık­tı. Yol­da iki de­fa de­ve­den düş­tü. Bü­tün ağ­rı ve sı­zı­la­rı­na rağ­men ge­ri dön­me­yip, yo­lu­na de­vam et­ti. İh­ram­lı ola­rak Ara­fat’a gel­di. O gün ak­şam ile yat­sı ara­sın­da “Lâ ilâ­he il­lal­lah, Mu­ham­me­dün Re­sû­lul­lah” Ke­li­me-i tay­yi­be­si­ni söy­le­ye­rek son ne­fe­si­ni ver­di...
Fu­dayl bin Iyad haz­ret­le­ri­nin kab­ri ya­nı­na; da­ha ön­ce âsâ­sıy­la işa­ret­le­di­ği ye­re def­net­ti­ler.

Toplam Görüntülenme: 1337

Yayın tarihi: Perşembe, 20 Kasım 2008