Bu sayfayı yazdır

Hakkâ­ri'nin be­re­ke­ti E­bü'l-­Be­rekât

Ebü’l-Be­re­kât Hak­kâ­rî haz­ret­le­ri, Do­ğu Ana­do­lu ev­li­yâ­sı­nın bü­yük­le­rin­den­dir. Mi­la­di 12. ve hic­ri 6. as­rın son­la­rın­da Hak­kâ­ri’de ve­fât et­ti. La­liş kö­yün­de am­ca­sı­nın in­şâ et­tir­di­ği ve ken­di­si­nin med­fûn ol­du­ğu za­vi­ye­ye def­ne­dil­di...
Ebü’l-Be­re­kât, kü­çük yaş­ta yük­sek ilim sa­hi­bi âlim­le­rin mec­lis­le­ri­ne de­vam et­ti. Genç­li­ği­nin ba­ha­rın­da ilim­le dol­du. Kal­bi Al­lah aş­kı ile yan­dı.

AM­CA­SI­NA TA­LE­BE OL­DU...
Ta­sav­vuf­ta en üs­tün ma­kam­lar, ilim­de yük­sek de­re­ce­ler sa­hi­bi, Ab­dül­kâ­dir-i Gey­lâ­nî haz­ret­le­ri­nin ha­lî­fe­le­rin­den olan am­ca­sı Adiy bin Mi­sa­fir, o sı­ra­da Hak­kâ­ri dağ­la­rın­da, bı­kıp usan­ma­dan in­san­la­rı Al­lah yo­lu­na ça­ğır­mak­tay­dı. Ona olan sev­gi­si, Ebü’l-Be­re­kât haz­ret­le­ri­nin ana ve ba­ba­sı­nı, ak­ra­ba ve ya­kın­la­rı­nı, yem­ye­şil ve­rim­li mem­le­ket­le­ri bı­ra­kıp, Hak­kâ­ri gi­bi dağ­lık ve sert kış şart­la­rı­na sa­hip bir mem­le­ke­te git­me­si­ne se­bep ol­du. O, ora­da am­ca­sı­nın elin­de kı­sa za­man­da yük­sek ma­kam­la­ra ulaş­tı. Üs­tün­lük­le­ri dil­le­re des­tan ol­du. Sev­gi­si gö­nül­ler­de ye­şer­me­ye, Al­lah aş­kı ile te­ren­nüm et­ti­ği şi­ir­ler dil­ler­de do­laş­ma­ya baş­la­dı. Üs­ta­dı ve am­ca­sı Adiy bin Mi­sa­fir haz­ret­le­ri onu, Hak­kâ­ri dağ­la­rın­da­ki ta­le­be­le­ri­nin ye­tiş­ti­ril­me­si ile va­zi­fe­len­dir­di.
Do­ğu Ana­do­lu ev­li­yâ­sı­nın bir­çok­la­rı ile gö­rüş­tü. Yü­ce ma­kam­la­ra, üs­tün ah­lâk ve dav­ra­nış­la­ra sa­hip ol­du. Al­la­hü te­âlâ­ya ya­kın ol­mak­tan bah­se­di­lin­ce, sö­zü o alır, vi­lâ­ye­tin üs­tün­lük ve hü­küm­le­ri onun di­lin­den din­le­nir­di. O, Al­la­hü te­âlâ­nın; ölü kalb­le­ri di­rilt­mek, ka­ran­lık gö­nül­le­ri ay­dın­lat­mak, Al­lah adam­la­rı­nı ye­tiş­tir­mek­le va­zi­fe­len­dir­di­ği bir mü­ba­rek kim­sey­di. O, zühd ve tak­va­da eş­siz, dün­yâ­ya kıy­met ver­mez, Al­la­hü te­âlâ­nın rı­zâ­sı­na mu­ha­lif hiç­bir söz ve ha­re­ket­te bu­lun­maz­dı. Te­va­zu ve ke­ra­met­ler sa­hi­bi, akıl ve ze­kâ­da üs­tün bir kim­se idi...

“MU­HAB­BE­TİN ESA­SI ÜÇ­TÜR”
Bu mü­ba­rek zat bu­yur­du ki:
“Mu­hab­be­tin esâ­sı üç şey­de­dir. Bun­lar; ve­fa, edeb, mü­rüv­vet­tir... Bir kul­da bu üç has­let bu­lu­nur­sa, Al­la­hü te­âlâ­ya ya­kîn ol­ma­nın ta­dı­nı tat­mış olur. Onun gön­lü­ne O’ndan ay­rı kal­ma­nın kor­ku­sun­dan bir kor düş­müş olur. Ona ka­vuş­mak ate­şiy­le yan­mak­tan kur­tu­la­maz.”
Ve­fat eder­ken şun­la­rı söy­le­di:
“Mu­hab­bet sar­hoş­lu­ğu ile mest olan bir kim­se, an­cak mah­bû­bu­nu gör­mek­le ayı­la­bi­lir. Çün­kü mu­hab­be­tin sar­hoş­lu­ğu, sa­ba­hı mü­şa­he­de olan bir ge­ce­dir. Mey­ve­si mü­câ­he­de olan doğ­ru­luk gi­bi

Toplam Görüntülenme: 1190

Yayın tarihi: Çarşamba, 22 Ekim 2008